Beyin insanlık tarihi boyunca çok farklı uygarlıklar için, en karmaşık ve gizemli organ olarak tanımlanmıştır. İnsanın kafatasının içinde bir akıl organı olduğunun farkına varması günümüzden 10.000 yıl öncesine dayanır. Arkeolojik çalışmalar, insanın kafatasına yapılan ve trepanasyon denilen yöntemlerin beyin dokusunu tanımak için yapılan ilk ilkel operasyon yöntemleri olduğunu göstermekte ve bu yöntemlerin aynı zamanda baş ağrılarını gidermek, kafatası içindeki basıncı hafifletmek, travma sonrası kan ya da cerahat birikmesini önlemek gibi amaçlarla da uygulanmış olabileceğine dikkat çekmektedir. Beyin ile ilgili ilk yazılı veriler MÖ 4000 yıllarında Sümerler dönemine ait olup, beyin hastalıkları ile ilgili kil tabletlerde reçeteler görülmektedir. Benzer reçeteler Mısır papirüslerinde de vardır. Aristonun duygu ve düşüncelerin tamamen kalpten çıktığı fikrine karşılık olarak, Hipokrat’ın M.Ö 400 yıllarında ”Kutsal hastalık Hakkında “adlı eserindeki şu ifadeleri, beynin tanımını ve görevlerini oldukça bilimsel bir ifade ile ortaya koymaktadır.
“İnsanlar şunu bilmelidir ki tüm mutluluğumuz, sevinçlerimiz ve neşemiz gibi, kederlerimiz, acılarımız, endişelerimiz ve gözyaşlarımız da yalnızca beynimizden kaynaklanmaktadır. Bu organımız sayesinde düşünüyor, görüyor, işitiyor ve çirkinle güzeli ayırt ediyoruz. Aynı organ ile deliriyor ya da kendimizde geçiyoruz ve korkulara, paniğe kapılıyor, uykusuzluk çekiyor, uykuda yürüyoruz.”
MS 177'de, Bergamalı Galenos, “Beyin Üzerine” isimli eserinde beynin iradeyi, bilişsel işlevleri ve belleği kontrol ettiğini, motor ve duyusal sinirlere sahip olduğunu, dokunma, tat alma, koklama, görme ve işitmenin yanı sıra aynı zamanda ruhun da merkezi olduğundan bahsetmiştir.
Buharalı bilim insanı İbn-i Sina, 1025 yılında yazdığı El Kanun Fit Tıp isimli kitabında aklı incelemiş, görme ve göz ile ilişkili bilgiler sunmuştur. Rönesans sonrası, sinir bilimleri ve özellikle beyin anatomisi ile ilgili en önemli gelişmeler Leonardo da Vinci’den gelir. Yaptığı çizimler bugünkü anatomi atlaslarının da başlangıcı kabul edilebilir. Rene Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü ile ünlenir, uyku hormonu olan Melatoninin üretildiği pineal bezi beynin en önemli yeri olarak tarifler. İngiliz Doktor Tomas Willis 1600’lerde ilk menenjit vakasını tanımlayarak, Latince beyin anatomisi kitabını yayınlar ve “nöroloji” terimini literatüre ekler 1817’de İngiliz doktor James Parkinson, kendi adı ile anılan hastalığı tarif eder. 1880’lerin ortalarına doğru Alman Psikiyatrist Emil Krapelin nervoz ve psikozlardan söz eder. 1908 Alzheimer için demans keşfi yılı olarak hatırlanacaktır.
Yirminci yüzyılın hemen başındaki en önemli gelişme beynin en önemli hücrelerinden biri olan nöronun keşfidir. Böylece, algı, düşünce, zihin ve davranış ile ilişkili her konu nöronların çalışması ile ilişkilendirilmiştir. Nöron çalışmaları daha sonraki dönemde, “merkezi sinir sisteminin anatomik, fizyolojik, genetik ve metabolik temel birimi tek bir nörondur ve nöronlar kendi aralarında özel bağlantılar üzerinden iletişim kurmaktadırlar.” sonuç cümlelerini kullanan Golgi ve Cajal isimli iki bilim insanının Nobel almasını sağlar.
1905 yılı Elliot ile sempatik sinir sisteminin en önemli oyuncusu adrenalinin keşfine ayrılmış gibi görünmektedir. Daha sonraki yıllar beyin ve uzantıları ile ilgili tüm boşlukları dolduracak keşif ve tanımlamalar ile doludur. 2003 yılında Japon Seiji Ogawa işlevsel manyetik rezonans görüntüleme tekniğini geliştirir, böylece üzüntü, öfke ve sevinç gibi duygusal değişiklikler esnasında beyin görüntüleri kaydedilebilmekte, beynin her türlü aktivitesi artık dışardan da fark edilebilmektedir. Beyin artık gizemini yitirmeye başlamıştır. Başka bir deyişle nöronal aktivite ve nöronlar arasındaki iletişim doğrudan haritalanabilecek duruma gelmiştir. Ne ilginçtir ki, beynimizi çözmeye çalışırken kullandığımız en önemli araçta yine beynimizdir. Ancak, henüz daha beyinlerimizin görevi bitmemiştir. İçinde bulunduğumuz yüzyıl beyin araştırmalarının etkili bir şekilde sürdürüldüğü bir dönem olacaktır. Beyin yüzyılı olarak tanımlanan bu yeni dönem için, görünen odur ki, hastalıklarının tanı ve tedavisine yönelik belirgin gelişmelerin gerçekleşeceğini bir dönem bizi beklemektedir. Bu dönemin mimarı da yine çalışan beyinlerdir.
Prof. Dr. Demet Özbabalık Adapınar
Türk Nöroloji Derneği Genel Sekreteri